Kendi hikayesini kaybeden diyordu bir filmde;
Başkalarının hikayelerine sarılır.
Yaşamadan bilemezmiş insan.
Kendi hikayesini kaybeden bir şairin, sevda yolcusunun
Kendinden geriye ne kalır?
Birkaç satırdan ibaret aptal saptal birtakım söz grubundan oluşan yarım akçe etmez bir dizi şiir mi?
Yoksa gerçekliği meçhul; Leyla Mecnun aşklarının sonu buruk hikayeliri mi?
Öylesi bir sevgi demişti bir dostum; nasıl böyle nefrete dönüşür?
O zamanlar kabullenemediğim bir gerçekmiş bu da.
Nefret değil mi?
Sözde hafif, kalpte ağır bir kelime.
Hiç kimse, sıradan bir insan kalbinde bu kadar büyük bir sevgiye nasıl dönüştü diye sormamıştı.
Kolay sevemediği gibi bir kalp; kolay da nefret edemiyor;
Ya da nefret ettiği birini kolayca sevemiyor.
Her insan ömründe birkaç hayat yaşar derler.
Bir sevgi nasıl yeni bir hayatın başlangıcıysa; bir nefret de yeni bir hayatın başlangıcı olamaz mıydı?
Aslında sevgiden nefrete doğru uzanan bir hikaye değil bu.
Sevgiden yarım kalmışlığa, ötelenmişliğe, itilmişliğe, bırakılmışlığa…
Tarihi geçmiş bir gıda gibi çöplüklere atılmışlığın hikayesi…
Verilen büyük sözlerin arkasından gelen terkedilişin hikayesi.
Giderken kopardığı büyük fırtınaların dört yana savurduğu, yaprakların döküldüğü, ağaçların devrildiği,
Göz pınarı ırmakların çekilirken geriye.
Yıktığı virane bir gönül şehrinin hikayesi.
Adam gibi yalnız bırakılmak diye bir şey var mı ki?
Sessiz sedasız bırakmak.
Kırmadan, kırılmadan, incinmeden, incitmeden.
Var diye bilirdim eskiden.
Hayat yok olduğunu yüzüme vura vura öğretti bana.
Bazı insanlar tokatlanmadan öğrenemiyor gerçekleri.
En çok da aşıklar galiba.
Şimdi anlaşılması güç kargacık burgacık bir yazı yazdıran bana.
Yalnız bir şairin yalnızlığının hikayesi bu.
Severken de yalnız bırakılmış bir adamın hikayesi…
Sevilirken de yalnız…